Hachiko

Haçiko (忠犬ハチ公,1hachiko-50 Kasim 1923 – 8 Mart 1935) Akita iline bağlı Odate‘de doğan, ölünceye kadar sadakatle bağlı olduğu sahibini hergün işe giderken bindiği metro istasyonu olan Shibuya Metro istasyonu kapısında bekleyen Akita cinsi köpek.

1924 yılında Tokyo Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde görev yapan Japon profesör Dr. Hidesaburo Ueno, küçük bir köpek yavrusu buldu. Profesör Ueno, köpeğin adınıJaponcadasekizinci” anlamına gelen Haçiko adını koydu. Safkan akita cinsi beyaz bir erkek olan Haçiko, her sabah üniversiteye gitmek için evden metroya kadar yürüyen sahibine eşlik etti. Metronun dış kapısına kadar getirdiği sahibini uğurladıktan sonra da eve döndü. Çok geçmeden bir akşam üniversite dönüşünde metronun çıkışında profesör Haçiko’yu kendisini beklerken gördü ve çok şaşırdı. Bu akıllı köpek sahibinin eve dönüş saatlerini hesaplayarak ve aynı yolu kullanacağını düşünerek metronun önüne gitmişti.

Ondan son
raki bir yıl boyunca, Haçiko her sabah sahibini metroya kadar götürdü, her akşam iş çıkışında da metronun önünde karşıladı. Hiç saatini şaşırmadı.

Ama bir akşam metrodan çıkmadı profesör. Haçiko gözleri metronun kapısında gece boyunca bekledi. Bir sonraki akşam yine yoktu profesör. Üçüncü akşam metrodan yine çıkmadı. Üniversite’de kalp krizi geçirip ölmüştü profesör.

Haçiko her akşam ”sahibim metrodan gelecek” diye inatla bekledi. Haftalar, aylar boyunca her akşam Tokyo metrosunun Shibuya istasyonu’nun kapısına gitti. Haçiko tam 9 yıl boyunca sahibinin gelmesini bekledi. 11 yaşındayken metronun kapısında öldü. (1935)

Bugün Tokyo’ya gidenlerin Shibuya istasyonunun kapısında karşılaştığı köpek heykeli Haçiko’dur. Japonlar, sadakat ve insan-hayvan ilişkisinin sembolü olarak ölümünden hemen sonra 9 yıl boyunca sahibini b
eklediği yere Haçiko’nun heykelini diktiler.

II. Dünya Savaşı‘ndan sonra da untmadılar ve savaş sırasında tahrip olan heykelin yerine 1948’de yenisini diktiler. Çok sevdiği sahibiyle mezarları yan yanadır. BugünShibuya istasyonu’nun o kapısı Haçiko çıkışı olarak biliniyor ve Tokyo’nun en önemli buluşma merkezlerinden biridir. Her yıl Haçiko’nun ölüm yıldönümü olan 8 Mart gününde birçok hayvansever heykelin önünde buluşurlar.

Haçiko’nun hikâyesi 1987 yılında bir Japon filmine de konu oldu. Türkiye‘de de Japon filmleri festivali’nde gösterildi. 70 yıl önce yaşanmış bu köpek hikâyesinin Hollywood versiyonu da çekildi ve Haçiko’nun sahibi Profesörü Richard Gere canlandırdı.[1][2][3]

Olduğun Yerde Kal

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün, Alfie’nin beşinci doğum günü partisine denk gelmişti. Alfie, savaşın nelere yol açacağını tahmin edemese de bu süre boyunca hayatlarının eskisi gibi ilerlemeyeceğini biliyordu. Babası Alfie’yi terk etmeyeceğine söz vermişti vermesine, ancak bu sözü, eli silah tutan her erkek gibi orduya yazılmasına engel olmamıştı. Çok sevdiği ailesini geride bırakarak Avrupa cephelerinde savaşmaya giden babasının hayatında kanlı bir sayfa açılmıştı artık. Londra’da bıraktığı sevdiklerini ise çaresizlik, yoksulluk ve acı dolu bir mücadele bekliyordu…

Cephede geçen dört koca yıl boyunca Alfie büyümüş, babası ise gizli bir görevde olduğu gerekçesiyle ailesi ile olan tüm iletişimini koparmıştı. Savaş tüm acımasızlığıyla sürüyor, Alifie’nin ruhunda kopan fırtınalar dinmek bilmiyordu. Öte yandan tuhaf giden bir şeyler vardı. Babasının şu gizli görevi neydi? Alfie ne yapıp edip bulmalıydı babasını. Üstelik dünyanın en iyi nedeni uğruna her şeyi yapmaya hazırdı: Sevgi uğruna…

Johne Boyne, onlarca farklı dile çevrilerek dünya çapında milyonlarca okurun kalbine dokunan Çizgili Pijamalı Çocuk adlı kitabında olduğu gibi savaşa yine küçük bir çocuğun gözünden bakarak, bu büyük felaketin insanlar üzerinde bıraktığı kalıcı izleri şiirsel bir dille, umut dolu bir baba oğul hikâyesine dönüştürüyor. 0000000608649-1

Çizgili Pijamalı Çocuk

ARKA KAPAK :
ÇİZGİLİ PİJAMALI ÇOCUK;tanımlanması çok zor bir hikaye.Genelde arka kapakta kitapla ilgili bazı ip uçları veririz.Ama okumanın zevkini bozacağını düşündüğümüzden bu kitapta bunu yapmadık. Bizce neler olduğunu bilmeden okumaya başlamanız çok önemli.

Bu kitabı okumaya başladığınızda,Bruno adındaki 9 yaşındaki  bir çocukla bir yolculuğa çıkacaksınız(Ama bu kitap 9 yaşındakiler için değil).Ve er geç Bruno ile birlikte bir tel örgüye varacaksınız.

Böyle tel örgüler dünyanın dört bir yanında var.Umarız asla rastlamak zorunda kalmazsınız

.0000000240127-1

Ruanda Soykırımı

Aslında çok yakın bir tarihte gerçekleşen soykırımdan maalesef ki birçoğumuzun haberi yok, insanlık ayıbı olarak nitelendirebileceğimiz bu soykırımı bende daha yeni yeni öğreniyorum. Sizi de bilgilendirmek amacıyla onedio dan aldığım, okuduğum bilgileri burada paylaşmak isterim.

  • Olaylara daha derin bakmak isteyeler için 2 film önermek gerekir. Hotel Rwanda ve Shooting Dogs. Özellikle soykırım 10.yılında çekilen Hotel Rwanda katliamın acı yüzünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.Sinemaya yansıması

Son zamanlarda dünyadaki tüm Avrupa ülkelerinin konuştuğu ortak konu, çatışmalar sonucu Batı’ya sığınmaya çalışan mültecilerin sorunudur. Mülteciler diye nitelendirdiğimiz grubu oluşturanlar ise insanlardır. Evet insanlar, bakın yine diyorum insan. Tıpkı Fransa, Almanya, İngiltere‘deki gibi insanlar. İşte konu Avrupalı insanlar ve diğer insanlar olunca bu kıyaslamaya örnek gösterilecek en acı olay Ruanda Katliamıdır. Ruanda Katliamı, emperyalizmin çıkarları için insanları, siyah-beyaz ayrımını, hatta siyahların kendi aralarında burun ve vücüt yapılarına göre ayrımını ve bu ayrımın sonuçlarını yüzümüze en sert  biçimde vurduğu olaydır.

Üstelik bu olay 1800’lerde olmuyor daha dün diyebileceğimiz tarihte 1994’de gerçekleşiyor. Ve bu katliamdan şu anda bile birçok kişinin maalesef haberi yok

Ruanda nerededir?

Ruanda Afrika kıtasının orta bölümünün doğu kısmında yer alan ve denize kıyısı bulunmayan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşuları Uganda, Tanzanya, Burundi ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti oluşturmaktadır. Başkent ise Kigali’dir.

Ruanda nüfusu

Ruanda nüfusunda bilmemiz gereken nüfusun sayısı değil, nüfusun içindeki etnik grupların sayısıdır. Ruanda nüfusunun

  • %90’ı Hutu
  • %9’u Tutsi
  • %1’i Prigme idi. Prigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu.
  • Afrika siyasetinde yönetenler ile yöneticilerin birbirinden ayrılması politikasını izleyen Belçikalıların, insanları akıl dışı kriterler kullanarak Tutsi ve Hutu diye ayırmıştır. Tutsiler’in daha ince yapılı ve narin olduğunu iddia edilmiş ve halk uzun boylu, güzel görünüşlü kişileri Tutsi olarak sınıflandırmış. Belçikalılar ilk başlarda Tutsiler’i el üstünde tutup onlara ayrıcalıklar tanımıştır. Ve bu desteklemeyi yapıp Tutusiler’i maşa olarak kullanarak Hutuları hayatın her yerinde ezmiştir.Az olanların çok olanları ezmesi mottosu ile Hutuları uzun bir süre ezdikten sonra 1950’lerde artık Hutuları desteklemiştir. Tabi bu ani dönüş 1890’dan 1950’ye kadar ezilen Hutuların geçen bu süredeki kendilerine yapılan haksızlıklardan öç alma düşüncesini ortaya çıkardı. Artık güç Hutular’dadır ve 60 yıllık zulmün doğurduğu düşman %9’luk Tutsiler’dir. Yani Hutu-Tutsi diye bir şeyin olmadığı sadece Belçikalıların çıkarları için bir halkı birbirine zulüm ettirerek birbirine düşman haline getirmesidir

    1950’den sonra Hutular desteklenince ilk ‘öç alma’ 1959’da başlıyor. Belçika desteği ile ayaklanan Hutular yaklaşık yirmi bin Tutsi’yi katletti. Maalesef bu sayı sadece başlangıç. Olaylardan kaçan iki yüz bin çevre ülkelerin kamplarına kaçtı. 1962 yılında Ruanda bağımsızlığına kavuşuyor. İktidara gelen Hutu Hükümetinin ilk işi Tutsilerin haklarını budamak oluyor. Bu sefer roller değişiyor, Tutsiler toplumun her yerinde dışlanıyor, haklarına kısıtlama geliyor. Hatta hükumet vatandaşı olduğu Tutsilere ‘Karafatma’ olarak adlandırıyor. Birçok Tutsi göç ediyor. Çevre ülkelere sığınıyor.

    İyi eğitimli olan Tutsiler; Uganda,Tanzanya gibi sığındığı ülkelerin yönetiminde yüksek makamlara geliyorlar. Sürgündeki Tutsiler ülkelerine geri dönmek için ‘Ruanda Yurtseverler Birliğini'(RYB) kuruyorlar. Gerisi bilindik hikaye devlet tarafından ezilen halk, devlete karşı gerilla savaşı başlatıyor. RYB silahlanıp 1990’da hükumet ile silahlı mücadeleye giriyor. 1992’ye kadar iç savaş sürüyor. 1992 de silahlı mücadele sona eriyor. Artık siyaset ortamında sorun çözülecekti. Tabi bu koca bir yalan…

  • Devlete karşı silahlanan Tutsilerin silahlı kanadı RYB silahlarını bıraktı artık herkes bu işin kan dökülmeden biteceğinin sanıyordu. Ama bunu istemeyen birileri vardı tabi. Bu sorunun kökten çözülmesi gerektiğini düşünen aşırı milliyetçi Hutular, İnterahamwe adı verdikleri yarı askeri bir örgüt kurdular. Ülkenin her köşesinde örgütlenerek tüm Tutsileri ve savaş karşıtı Hutuları fişlediler. Tüm Tutsiler kayıt altında idi.İnterahamwe, artık hazır sayılırdı. Ordudaki Hutu subayları da milisleri eğitiyordu. Ülkenin ekonomisi kötü olduğundan ateşli silah temin etmek kolay değildi. Bu yüzdenÇin‘den yüz binlerce satır ve pala siparişi verildi tanesi 50 centten. Ama yine yetmiyordu İnterahamwe milislerine, satır yetmeyenlere ise ucu sivri sopa verildi. Artık yangını başlatacak bir kıvılcım bekleniyordu.
  • Aşırı milliyetçiler: İnterahamwe

Katliam için her şey hazırdı. Katiller satırlarını biliyorlardı. Herkes katliamın bahanesini bekliyordu o da geldi. 6 Nisan 1994 tarihinde bir Hutu olan Ruanda devlet başkanının uçağı başkent Kigala’da düşürüldü. Tabi ülke de bir kaos ortamı oluştu. Oluşan bu kaosun lime yarayacağını tahmin etmek çok da zor değil galiba.

İnterahamwe’nini beklediği bahane gelmişti.

Dehşet Günü: 6 Nisan 1994

6 Nisan günü dünya tarihinin en kanlı günlerinden biri yaşandı. Ülkenin resmi devlet radyosundan yapılan katliam çağrısı ile Irkçı Hutular başta eğitimli Tutsiler olmak üzere önceden belirlediği tüm Tutsileri doramaya başladı. Parası olan Tutsiler ücret karşılığında ateşli silahlarla öldürülmeyi seçebiliyorlardı. Parası olmayanlar ise pala, bıçak, taş ile acı çektirilerek öldürüyorlardı. Artık yorulan Hutular dinlenmek için yakaladıkları Tutsilerin kaçmamaları için aşil tendonlarını kesiyorlardı. Katliamların ilk günü böyleydi. Ama yinede umut vardı Tutsiler için, çünkü ülkede barışı sağlamak için gelen BM askerleri vardı. Tek umut onlardı. Tabi bilmiyorlardı güvenecekleri insanlar onların zaten bu durma getirenler olduğunu…

Hükumet kanadı olaylara müdahale etmiyor. Hatta göz yumuyor. Hatta ve hatta ordu saldırganlara silah temin ediyordu. Tutsiler hükumetten fayda gelmeyeceğini anlayınca tek umudu BM oldu. İşte burada o demokratik, hümanist Avrupa’nın yüzünü tüm dünya görecekti. Olaylardan önce Ruanda da görevli BM komutanları Genel Sekreterliğe katliam uyarısında bulundu ve önlem almanın gerekli olduğu iletildi. Ama Genel Sekreterlik olaylara müdahale yerine gözlem yapma görevini verdi. Katliam sırasında Ruanda da 2.500 civarı BM askeri vardı. Ama olaylarda 10 Belçika askeri öldüğü bahanesi ile BM Güvenlik Konseyi aldığı kararla asker sayısının 240’a düşürülmesine karar verildi. Yani BM insanları cellatlarına teslim ediyordu.

İnterahamwe’nin çekindiği tek güç olan BM barış gücü de gidince artık katliamın şiddeti insan aklının hayal edemeyeceği yerlere geldi. Ülkede artık ceset koyacak yer kalmadı. Ülkedeki Kagere Nehrinden bir günde altmış bin insanın cesedi kıyıya vurdu. Bu sadece kıyıya vuranların sayısı. Düşünün lütfen daha düne kadar beraber yemek yediğiniz, sohbet ettiğiniz komşunuz sabah kalktığınızda elinde balta ile sizi parçalamaya geliyor. Şehirdeki cesetleri yemek için aç hayvanlar şehre indi. Hutuların gözü o kadar kararmıştı ki cesetleri yiyen köpeklere sinirlendikleri için köpeklerin önemli bir kısmını öldürdüler. Radyolar sürekli ‘Böcekleri ezin! anonsu yapıyorlar.

1948’de imzalanan bir anlaşmaya göre ABD ve Fransa soykırım yaşanan bölgelere müdahale etmeye söz vermiştir ama buradaki katliamda ikisi de sorumluluktan kaçıyorlar. BM ve Avrupalı devletler müdahale etmemek için bu yaşanan katliama, soykırım tanımlaması yapmıyorlar. Ölü sayısı bu şekilde 600 bine çıkıyor. Ve RYB Tutsileri kurtarmak için tekrar silahlanıyorlar. Tutisiler için yine tek kurtuluş yolu RYB gerillalarıdır.

İşte bu kurtuluş yolunu da Fransa kapatıyor. Nasıl mı?

Tutsileri kurtarmak için ülkesinin doğusundan başlayarak ilerleyen RYB önüne kattığı katliamcı Hutularla beraber katliamın kalbi olan başkent Kigali’ye doğru ilerliyordu. Hatta ilerlerken katliama bulaşmamış Hutulara dokunulmadığı söyleniyor. Tabi bunun tamamen doğru olduğu söylenemez. Ülkede Tutsiler için işler iyiye gittiği anda Fransabir karar aldı. Şu ana kadar ölenler için kılını kıpırdatmayan Fransa bir anda ‘Ruanda’da katliam, soykırım var ve biz bunu durduracağız’ diyerek ülkenin meşru hükumeti olan Hutu gücüne soykırımı durdurması için silah yardımında bulunuyor. Yanlış tarafa, yanlış amaçlara yardım yağdırıyor. Bu da yetmezmiş gibi ülkenin batısına asker indirip orayı kendi kontrolüne alıyor. Bu bölgeye TURKUVAZ adını veriyorlar. Buraya RYB girmesine izin verilmez ama içeride de katliamın devam etmesinin sağlar. Katliamcılar Fransa koruması altında katliam devam eder. Fransa da Tutsilere son darbeyi vurur.

Dünya yeni yeni uyanıyor

RYB yavaş yavaş  kasabaları ve insanları kurtarıyordu. Zaten Hutu milisleri artık öldürecek Tutsi bulamıyorlardı ve bu yüzden sinirlenip ölü Tutsi kadınları tecavüzediyorlardı. Nihayetinde BM Güvenlik Konseyi, katliamın başladığı 6 Nisan tarihinden 2 ay geçtikten sonra haziran ayında Ruanda’da katliam yaşandığını kabul etti ve Ruanda için toplanma kararı aldı. Toplantılarda bölgeye gönderilecek barış gücü askerlerinin masrafları konusunda uzun uzun tartışıldı. Toplantılarda Fransa olayların soykırım olmadığını, hükumeti destekleyerek bu sorunun çözülebileceğini savunuyordu. Hararetli tartışmalar sonunda 23 Haziran tarihinde bölgeye geçici barış gücü askerleri ve olayların soykırım olup olmamasını araştırmak için BM temsilcisi gönderildi. Sonunda ülkede yeniden barış gücü güvenli bir bölge kurarak, insanları buraya toplamaya başlamıştır.

Bunlar devam ederken RYB ilerlerlemeye devam ediyordu ve RYB gerillalarının ellerinde otomatik silahlar olduğu için geneli palalı, satırlı olan İnterahamwe üyelerinin çekilmesi kolay oluyordu. RYB’nin intikam amacından korkan Hutu hükumeti yöneticileri, İnterahamwe üyeleri ve Hutu halkı yaklaşık 3 milyon kişi bulundukları yerleri terk edip çevre ülkelere sığındı. Olaylar temmuz ayının ortalarında duruluyor. Olayların üstünden 100 gün gibi bir süre geçmişti. Bu 100 günün sonuçları tam bir felaketti.

Soykırımın Sonuçları

RYB’nin ilerleyişi ile Hutularda çekilmişti. Ülkede devlete ait hiçbir resmi organ hiçbir resmi yetkili yoktu. Başkentte yağmalanmamış, yıkılmamış bina yok gibiydi. Ve şehirlerdeki insanlar ne arkadaşlarına ne komşularına hatta akrabalarına bile güvenmiyordu. Ülke 1999 yılındaki seçimlere kadar hükumetsiz gidecekti. Bu korkunç 100 günün bilançosu ağırdı:

  • 100 gün içinde Tutsi’ler ve bazı ılımlı Hutu’lardan oluşan yaklaşık 800,000 ila 1 milyon arası sivil kişi katledidi.
  • Soykırımdan sadece 300,000 ile 400,000 arasında kişi kurtulabildi.
  • Soykırımın 100 gününde 250 – 500,000 kadına tecavüz edilmiş, bu kadınlar 20,000 kadar çocuk doğurmuşlar.
  • Hayatta kalanların 75,000’i soykırım sonucu öksüz kaldı.
  • Hayatta kalanların 100,000 kadarı 14 ile 21 yaş arasında, 60,000 kadarı kendine bakamıyor.
  • Hayatta kalanların 10 da 7’sinin aylık geliri 5000 Ruanda Frankından ( $8 USD) daha az.
  • Yaşanan katliamın ardından, sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse tümüyle yok olan devlet kurumlarının olmaması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı kendi köylerinde yaşamaya devam etmiştir. Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine “halk mahkemeleri” 3’ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve halk kendi cezasını kendisi vermiştir. 3’ten az öldürenler ise mahkemeye bile çıkmadı. Elle tutabilecek tek ceza Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu Tanzanya’daki BM Savaş Suçları Mahkemesine götürüldü. Bizimungu soykırım yaptığı için 17 Mayıs 2011 tarihinde otuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Evet 1 milyona yakın insan katledildi ve en büyük ceza 30 yıl. Bu kadar insanı katledenler şu anda Ruanda caddelerinde yemek yeyip yürüyorlar.

Neden Kırmızı Karanfil?

Yaşaması için günde 3-4 saat gün ışığına ya da güneşe ihtiyacı var. Açık hava onun için en iyisi. Yani özgürlüğüne biraz düşkün bir çiçek karanfil. Beyaz, sarı, pembe, mor ve kırmızı renkleri var. İnsanlık her birine bir anlam yüklemiş. Ama özellikle ölümlerde, anmalarda, katliamlarda kırmızı karanfil bir acıyı en derinden paylaşmanın buruk bir ifadesi.

Tek bir karanfil sevgiyi birden fazlası ölümü temsil ediyor. Ölen kişinin sevgisinden mahrum kalmanın da bir ifadesi aslında. Geride kalan gideni onunla uğurluyor. Karanfiller gün geliyor, şehitlerin mezarına bırakılıyor, gün geliyor şairler, yazarlar, gazeteciler karanfillerle anılıyor.article15613-1

tumblr_mi1uvkQl7a1s3zbt1o1_500

Yapımı:2008 – ABD ,  İngiltere

Tür:Dram ,  Savaş ,  Tarih

Süre:94 Dak.

Yönetmen:Mark Herman

Oyuncular:Vera Farmiga ,  David Thewlis ,  Asa Butterfield ,  Rupert Friend ,  David Heyman

Senaryo:Mark Herman

Yapımcı:David Heyman ,  Mark Herman

Film Özeti

Nazi Almanya’sı Bruno’nun babasını görevli olarak Polonya’ya gönderir. Bruno, kasabadaki toplama kampının tel örgülerinin öbür yanındaki bir çocukla arkadaş olur. Ancak iki çocuk arasında gelişen bu dostluk, özellikle oğlunun bu kampla ilgili gerçeği öğreneceğinden kuşkulanan Alman annenin (Vera Farmiga) endişelerini artıracaktır. Bruno ve ailesinin yeni evleri bir buçuk milyon Yahudinin Nazilerce öldürüldüğü Auschwitz toplama ve yok etme kampının bitişiğindedir.

Kesinlikle izlenmeli !!!

Olay Şöyle Oldu…

469741212

Olay şöyle oldu Hakim Bey ben anlatayım en baştan;
İnsan çocukken, anasında babasında ne yoksa onu arıyor demek ki.
14-15 yaş da çocuk yaşı bence. Annem sürekli bir evi çekip çevirme telaşında, baba desen ne iş bulsa onun peşinde, kolay değil evde kaç nüfus onun eline bakıyor.
Yani evde a’federsin aşk yok Hakim Bey.
Zaten daha yeni genç olmuşum, kalbim her daim ağzımda, televizyonda izliyorum dizileri, nasıl da tutkulu aşklar, kıskançlıklar, vazgeçememeler. Çocukmuşum daha ama kazınmış aklıma, “ben aşık olup evleneceğim” dedim.
İstedim ki uyurken yüzüne keyifle bakayım, bir bulgur bile pişse evde soframı özenerek kurayım.
Ben bunun a’federsin yeşil gözüne kandım Hakim Bey.
Yeşil böyle çayır çimen ormandır ya hani; ruhum kanatlanıp uçacak sandım.
Yeşile uzun bakılır, bıkılmaz sandım. Çocuk da değildim artık ya işte insanın gönlü kaymayıversin.
Kabul ediyorum. Buraya kadar benim suçum.
O çok ağladığım film gerçekmiş; sevgi emekmiş, bilemedim. Cahilliğime verin.
Ama yeminle gerisinin günahı bende değildir.
28 gün sürdü o yeşil gözlerin derinliği, 29. gün yediğim yumrukla al oldu elmacık kemiklerim, sonrasında öğrendiğim; morluklar iyileşirken yeşile dönüyor insan derisinin rengi. O’dur yani.
Bitmedi Hakim Bey.
Bir yumrukla bitmedi.
Ne iş yaptığını bilemiyordum, dükkanı vardı esnaf sanıyordum.
Milleti haraca bağladığından, tefecilikten kazandığı ile benim çorba kaynattığımdan haberim yoktu.
Her öğrendiğim yeni bir iz oldu bedenimde. Allar mora, morlar yeşile dönüştü.
Ben zaten elimden geleni yaptım. Mahkemede ben değil, o sanık olsun istedim.
Her bir fiskeden sonra karakolda aldım soluğu. İnsanım sandım devlet nezdinde.
Devletin verdiği nikah cüzdanı benim yaralarımdan daha geçer akçe çıktı. Her seferinde benzer tavsiyeler ile yollandım karakoldan.
Azıcık sabırlı olacaktım, yuva kolay kurulmuyordu, biraz suyuna gideydim, erkeklik onurunu rahat bırakaydım. Aile içinde olan biraz da aile içinde kalsındı.
Canım çok yanıyordu ama Hakim Bey.
Onun erkeklik onurunun limiti yoktu. Fasulye kılçıklıysa onuruna mı dokunuyordu? Çocuk yaramazlık yaparsa gururu mu zedeleniyordu? Halı bizim namusumuz muydu da leke olunca beynimde patlıyordu?
Ellerime bakın Hakim Bey, çamaşır suyu ile çatlamıştır, bir de ciğerimi görebilsek keşke, kederden ve soluduğum deterjanlardan çoktan solmuştur.
Dedim ki kendime, benim canım değilse de, kendi parası, yasası bu devletin önemlidir.
Bu adam yasaları çiğniyor, bari gideyim onu ihbar edeyim.
Dövmekten yargılanmazsa, eve giren kanlı paradan yatsın bari. En azından soluk alırdık birkaç yıl kızımla ben.
Kızım var benim Hakim Bey, ellerinizden öper.
Çok akıllı çok usludur aslında.
Bebekken de böyleydi. Hamileyken yediğim dayaklardan bir haller oldu sanırdım başlarda. Ama demek ki anasına daha da dert olmamak için Tanrı vergisi sakin oldu yavrucak.
Benim ihbarlar kafi gelmedi. Savcıya söyler sandığım polis gitti durumu koca dediğim adama anlattı.
Yolun başında göründüğünde anladım. Malum olmuştu zaten, kalbim ağzımda atıyordu gün boyu.
Analık refleksi de istersen Hakim Bey, ilk iş kızıma sarılıp kokladım.
İnsan öleceğini anlıyor biliyor musun?
Kırar gibi çaldı kapıyı.
İlk 10-15 dayaktan sonra, insan korkmaz oluyor kaba dayaktan.
Canının ne kadar yanacağını biliyorsun. Acı eşiğin de yükseliyor. Yine de her seferinde yüreğin ağzına geliyor, için kanıyor gibi hissediyorsun. İçin kanarsa ölürsün.
Biz filmlerden, biz ölenlerden öyle gördük.
Dayaktan değil de ölmekten korkar oluyor insan.
Öyle bir ölüm korkusu vardı yine içime. Ama ilk kez o gece, çocukken anamın yaptığı keşkeğin tadı geldi ağzıma.
Bir de çocukluğumdan kısacık bir piknik anısı, ayaklarımı dereye sokmuş oynarken annemin elime tutuşturduğu ekmek arası köfte, bir de kızım doğduğu gece kucağımda bir bebek kokusu ile daldığım yorgun ama mutlu ilk uyku.
İnsanın hayatı bir film şeridi gibi geçiyorsa ölmeden önce gözlerinin önünden; işte benim mutlu sahnelerim de bu kadarcıkmış demek ki.
“Çocuğu odaya götür” dedi bana.
Ahlakı da bu kadar işte, anasız kalsın çocuk, ama anasını da ölü gözleri tavana bakarken hatırlamasın istedi herhal.
Aklımdan o kadar çok şey o kadar kısa sürede geçti ki Hakim bey, ben inanın sandığınızdan daha akıllıyım sanırım.
Uzattım biraz kızımı odaya götürüp yatırma faslını.
Hatta sonra bir de “dur çamaşırları asayım” dedim.
Ama bu kadardı yeminle Hakim Bey. Tüm planım azıcık daha hayatta kalabilmekti.
Bir kaç dakika daha.
Yüzümde patlayan kabza planda yoktu, yatağa savrulmayı planlamadım, elim yeminle kazara girdi yastığın altına.
O yastığın altına daha o sabah silah sakladığını bile bilemezdim.
Gözlerini görseniz, kafasından çok daha öndeydi, tükürükleri yüzümde patlıyordu. Yumruğu öyle hızlı iniyordu ki aralarda nefes bile alamıyordum.
Seyit Çavuş’u hatırlayın Hakim Bey, bize ortaokulda anlattılardı. 200 kiloluk mermiyi kucaklayıveren Seyit Çavuş.
Savaş gibi bir şeydi, memleket değil, ben elden gidiyordum.
Elim metale değdi.
200 kiloluk mermiyi kavrar gibi, parmaklarım yerini buluverdi.
Yoksa Hakim Bey yeminle, sahil kenarında balon bile vurmuş değildim.
Sıktım mı hatırlamıyorum, kaç kere sıktım hatırlamıyorum.
Üzerime düştü bir onu biliyorum, bir de ağırlığından kurtulmaya çalıştığımı.
Üzerimde hep bir ağırlıktı zaten ama böylesini ilk yaşadım.
Nasıl kalktım bilmiyorum, kızımı nasıl aldım kucakladım, ayağımda terlik var mıydı, üstüm kan mıydı vallaha hatırlamıyorum.
Öldüğünü duyunca kendim geldim söyledim Hakim Bey.
“Sanırım ben yaptım” dedim.
Nasıl oldu anlamadım ama sanırım ben yaptım.
Erkekler takım elbise giyip önüne bakınca cezası iniyor, benim takımım, kravatım yok. Annem apar topar bu tişörtü bulabilmiş.
Bir de ne yalan söyleyeyim hayatta kalmış olmanın saklayamadığım bir sevinci var içimde.
O ölmese ben ölecektim.
O size, beni pazarlamaya karar verdiğini söylemeyecekti, başka adamların koynuna beni sokma planlarını anlatmayacaktı, benim patlıcan fazla pişti diye, perdeler azıcık kirlendi diye, masada kırıntı kaldı diye yediğim dayakları söylemeyecekti, kaç kere hastanelik olduğumdan bahsetmeyecekti.
Çay bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafım var. Biraz yan gülmüşüm. Belki de o fotoğrafı gösterip namussuz karılar gibi çıkmış filan diyecekti.
Karısını başka adamlara satan o değilmiş gibi “namusumu temizledim” diyecekti.
Siz onu 3-5 yılla yargılayıp, namusu kirlendi diye mazur görüp, yandan gülüşümü tahrik sayıp bir de üzülecektiniz adama.
Oysa namus benimdir Hakim Bey, bir kağıda imza attık diye kimselere bırakmam.
Sonuna kadar idare edebilmiş olmam, elaleme değil de başıma gelenleri hep karakollara anlatmış olmam, kızıma hiç fark ettirmemiş olmam namusumdur.
O utanmamış yaptıklarından, benim utanacak bir şeyim yoktur.
İçimdeki hayatta kalma mutluluğunu atamıyorum Hakim Bey.
Ağlayamamam bundandır.
Ne yalan söyleyeyim aynı acının çemberinden geçmiş, sağ kalabilmiş kadınlarla aynı koğuşta, bir ömür kazasız belasız da yaşarım ben ama benim bir kızım, bir de memleketin aç kaldığı bir adalet var.
Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma, benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır.
Yanında ben olayım.
Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de bana.
Kurşunla yatıp kurşunla kalkan, yastığın altında silahla yatan adamlar hiç eceliyle ölmüş mü?
Hem sevebilseydi o da ölmezdi di mi ama?
Öldüyse hepsi benim suçum mu?

ÇAVDAR TARLASINDAKİ ÇOCUKLAR

Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey; size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater’ı ve Ackley’i bile, sözgelimi. Sanırım o lanet Maurice’i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.

Çavdar Tarlasında Çocuklar, Salinger’ın tek romanı. Ergenlik çağının içinde, yetişkin dünyanın düzenine karşı isyankar bir çocuğun, bir Noel öncesi başına gelenler… Bu sürecin bir psikiyatri kliniğinde noktalanışı. Holden Caulfield’in masumiyet arayışının iç burkucu romanı. Belki de Salinger’ın. 1993’te Franny ve Zoey ile Dokuz Öykü adlı kitaplarını yayımladığımız Salinger, 1963’ten bu yana yeni bir yapıt yayımlamamasına ve neredeyse efsane haline gelmiş bir gizlilik içinde yaşamasına karşın, dünya edebiyat gündemindeki

yerini hep koruyor.images

Gurur ve Önyargı

Gurur ve Önyargı

 

IMG_20160213_194301

Benim de kusurlarım var, ama akılla ilgili olmadıklarını umarım. Yaradılışımı savunacak değilim.Sanırım pek sevimli değil.Herkesin çok hoşuna gidecek kadar değil. İnsanların ahmaklıklarını, kötülüklerini ya da bana yönelik kabalıklarını gereğince çabuk unutamıyorum. Kimse duygularımı kolay kolay kışkırtamaz. Yaradılışım için kinci diyebiliriz belki. Birinden bir kez soğuyunca ilelebet soğurum.

Gerçekten sevdiğim pek az insan var; hele saygı duyduğum daha da az insan var. Dünyayı tanıdıkça hoşnutsuzluğum daha da artıyor; her geçen gün insan karakterinin tutarsızlığına ve akıllı, duygulu görünenlere bile güvenilmeyeceğine olan inancım güçleniyor